SON DUYURULAR
Hacı Bektaş-ı Veli ve Sarı Saltuk Anma Programı -15 Ağustos 2025 Cuma
13 Ağustos 2025
Derneğimizin Katkıları ile Hazırlanan "Tavaslı Hüseyin Hâki Baba, Yaşamı ve Eserleri" Satışa Sunuldu
28 Temmuz 2025
Muharrem Ayı ve Geleneksel Adetler
27 Haziran 2025
KAMUOYUNA AÇIKLAMA: ÖZÜR BEKLİYORUZ.
22 Mayıs 2025
Arnavutluk'ta Sözde Bektaşi Devleti Emperyalist Bir Projedir.
09 Mayıs 2025
H. Dursun GÜMÜŞOĞLU*
Öz
İslâm’ın tasavvufî bir yorumu olan Bektaşilik, Osmanlı Devleti’nin kurulduğu dönemlerden 19. yüzyıla kadar toplum hayatında oldukça önemli bir yere sahip olmuştur.Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren Türk dinî hayatının iki temel kurumundan biri olan tekkelere dayanarak gelişme göstermiştir. Bu bağlamda kendisine faydası olabilecek kişileri ve kurumları koruyup desteklemiştir. İdaresi bakımından vakıflar; mazbut, mülhak ve müstesna
vakıflar olmak üzere üç gruba ayrılmaktadır. Hacı Bektaş Dergâhı da Osmanlı Devleti’nde sekiz müstesna vakıftan birisidir.
Yeniçeri Ocağı ve Bektaşi Tekkelerinin 1826 yılında kapatılmasından sonra, dergâhlardaki sosyal, kültürel yaşam ile ilgili kayıtlar da büyük ölçüde kaybolmuştur. Bektaşilik aleyhine pek çok kitap yazılmış, buna tepki olarak Bektaşiler de cevap amaçlı kitaplar yazmışlardır. Bu kitaplardan birisi de Ahmet Rıfkı’nın Bektaşi Sırrı adındaki eseridir.
Eserde Bektaşiliğin diğer tarikatlarla olan ilişkileri, ulemanın mutasavvıflara karşı tavrı, Çelebiler, Bektaşi Babaları ile Nakşî şeyhlerinin ilişkileri, Yeniçeri Ocağı’nın ve Bektaşî tekkelerinin haksız yere kapatılması, babaların lâyık olmadığı cezalara çarptırılması meseleleri, Kalender Çelebi ayaklanması, Hurufiliğin etkisi, mücerretliğe farklı bakış açıları gibi konular işlenmiştir. Ayrıca Cemalettin Çelebi’nin yazdığı Müdafaa adındaki eserde, Bektaşi Babaları
aleyhinde söylediklerine Ahmet Rıfkı’nın verdiği cevaplar, Bektaşilik inancı ve tarihine dair pek çok karanlık noktaya ışık tutacak niteliktedir.
Anahtar Kelimeler: Bektaşi Babası, Çelebiler, Hurufilik, Hacı Bektaş Tekkesi, Ahmet Rıfkı
1. Ahmed Rıfkı’nın Kısa Özgeçmişi
Ahmet Rıfkı’nın şu ana kadar elimize geçen en detaylı özgeçmişi torunu Evin Doğu aracılığıyla tarafımıza ulaştırılmıştır. Kendisi tarafından yazıldığı üzere kısa özgeçmişi şu şekildedir: “Türk düşün, siyasi ve yayın dünyasında Baba Rıfkı veya Sakallı Rıfkı adıyla da bilinen Ahmet Rıfkı’nın bilinmezliklerle dolu hayatı 1884 yılında Aksaray’da başladı denilse de kimi kaynaklar 1885 kimileri 1882 yılını yazar. Tek çocuğu Tabende Doğu’nun babasından kalan belgeleri değerlendirmesi için verdiği araştırmacı yazar Hilmi Yücebaş, 1976 yılında yayınladığı Hiciv ve Mizah Antolojisi’nde Ahmet Rıfkı’nın babası olarak Kesedar Ahmet Rıfat adını verir. Ahmet Rıfat Bey defterdarlık yapmış varlıklı bir kişidir. Kızı Tabende Doğu’nun verdiği bilgiye göre de Ahmet Rıfkı’nın annesi İrfan Hanım Kafkasya’dan gelen bir dervişin kızıdır. Ağabeyi İzzettin Bey ve ablası Azize Hanım ile üç çocuklu ailenin en küçüğüdür. Ahmet Rıfat Bey küçük oğlu Ahmet Rıfkı’ya önce evde eğitim verdirir. Saint Benoit’dan sonra Hukuk ve Tıbbiye’ye devam etmişse de eğitimini siyasi olaylar nedeniyle tamamlayamamıştır. Arapça, Farsça, Fransızca ve Latince’yi çok iyi derecede bilen Ahmet Rıfkı 1908-1912 yıllarında basında çalışmış, özellikle Karagöz, Geveze, Eşek, Malum, Eşref, Züğürt, Zeka, Falaka gibi mizah ergilerinde aktif olarak görev almıştır. Hürriyet ve İtilaf Fırkası üyesi Ahmet Rıfkı, Tıbbiye-i Şahane›nin son sınıfında iken üzerinde Abdülhamit aleyhtarı bir yazı bulunması nedeniyle 1913-1920 yıllarında Anadolu›ya sürgün olarak gönderilmiştir. 1913 yılında Mahmut Şevket Paşa›nın öldürülmesinden sonra muhalifler üzerindeki baskı epeyce artmış, bir kısmı Sinop’a sürülmüştür. Ahmet Rıfkı’nın Sinop’a sürülenler arasında olduğuna dair kesin bir bilgimiz bulunmamaktadır. Ancak yazılarında yedi yıl kadar süren bir suskunluk vardır ve o zor yılları “Kendi Ölümüme Tarih”te şu dörtlükle dile getirmiştir:
Fakat eyvah, siyaset denilen âfet-i cân
Uğruna servet ü aramımı mahvettim pek
Yaşadım hayli zaman zulm ile zindanlarda
Nefy olundum yedi yıl kalmadı menfâ ve kürek
Ancak hangi şehir veya şehirlerde olduğunu bilmiyoruz. Hapisten II. Meşrutiyet’in ilanı ile kurtulur. İttihad ve Terakki aleyhtarlığı çizgisinde ilerleyen siyasi hayatında iki sosyalist fırkanın, Osmanlı Demokrat Fırkası ile Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın üyeleri arasında yer almıştır. Siyasi yazıları İştirak, İnsaniyet gibi dergilerde yer almış ve özellikle dünyadaki sosyalist kişileri konu edinmiştir. 1942 yılında yayınlanan Yeni Yol Dergisi’nin kapağında Ahmet Rıfkı’yı “Halkçı-Devrimci Türk Şairi Baba Rıfkı” olarak tanıtan başlık onun Hürriyet ve İtilafçı yanına ağırlık verildiğini gösterir. Ahmet Rıfkı tarikat ehli kimliğine denk düşen bir örgütlenme içinde de bulunmuştur. Tarikat-ı Salahiye Cemiyeti 1920 yılında İstanbul’da kurulmuştu. Kiraz Hamdi Paşa tarafından kurulan cemiyetin amacı İslam dünyasını kuşatan ve gözeten bir politika gütmektir. Gazeteci Ali Kemal’in 1922 yılında linç edilerek öldürülmesi üzerine başlayan olaylar sırasında Ahmet Rıfkı’nın yanında yazar gazeteci Münir Süleyman Çapanoğlu vardır. Muhaliflere yönelik linç girişimlerinden ürken Ahmet Rıfkı pek çok muhalif gibi İngiliz sefaretinden yardım ister ve önce Taşkışla’ya, ardından bir gemi ile Mısır’a gider. Kahire’de 1,5 yıl kalan ve ticaretle hayatını kazanan Ahmet Rıfkı buradan Batı Trakya’ya, İskeçe’ye gider. 1927 yılında İskeçeli Ayşe Hanım ile evlenir. Bu evlilikten bir yıl sonra tek çocuğu olan kızı Tabende doğar. Ahmet Rıfkı sevincini bir kıtayla dillendirir:
Kırk beşimden sonra bir kızım oldu
Şevk u meserretler uyandı bende
Ay doğdu semadan tarih söyledi
Doğdu muharremde Fatma Tabende
Kıtanın altındaki tarih 3 Haziran 1929 saat 05.00’tir. İskeçe’de hayatını ilkokul öğretmenliği yaparak kazanan Ahmet Rıfkı siyasetten yine uzak durmamış, muhalif kimliği ile pek çok kişiyi karşısına almıştır. Ahmet Rıfkı 15 Ağustos 1935 yılında 52 yaşında aniden hastalanarak hayata veda eder. Eşi Ayşe Hanım’ın kızı Tabende’ye anlattığına göre de ölümünü bir yıl önceden “Ayşe, 15 Ağustosta doğdum 15 Ağustosta öleceğim” diyerek bildirmiştir. “Kendi Ölümüme Tarih” isimli şiirinin sonuna eklediği notta şöyle yazar: “1934 yılının başlarında bir gün ‘Rıfkı azmetti beka semtine canan diyerek’ mısraı içime doğdu. Hesap ettim 1935 çıktı.” Dediği olur ve 1935 yılında vefat eder. Onun ölümünden sonra kızıyla eşi beş yıl daha İskeçe’de yaşarlar. 1940 yılında Türkiye’ye gelirler. Ayşe Hanım’ın evi ve tüm eşyaları İskeçe’de kalmıştır. Ayşe Hanım, kızını yatılı okula yerleştirip geri dönüp evi satmayı planlamaktadır. Ancak Yunan-İtalyan savaşının çıkması bu planını geçersiz kılar. Ayşe Hanım, Türkiye’ye gelirken muhalif olarak tanınan eşine ait pek çok kitabı, belgeyi vb. imha etmiştir. Türkiye’ye gelince Ahmet Rıfkı’nın ailesi ile de irtibata geçmek isterler. Ablası Azize Hanım’ın oğlu Rafet Canıtez’dir. Canıtez ailesi Ayşe Hanım ve kızına “Biz Rıfkı’nın adını sildik” derler. Tabende Doğu da elinde kalan az sayıdaki kitap ve yazıyı da Hilmi Yücebaş’a vermiş, ancak onun ölümünden sonra oğlu hiçbir belgeyi geri vermeyeceğini söyleyince Ahmet Rıfkı’ya ilişkin olmadık hayat öyküleri de maalesef kendi kitaplarında yer almıştır. Oysa Hüsrev Hatemi, Türkiye’den Çizgiler (1990) adlı eserinde, Hilmi Yücebaş ise, Hiciv ve Mizah Edebiyatı Antolojisi (1976) adlı eserinde dedemiz Ahmet Rıfkı’nın hayatını gerçeğe en yakın şekliyle anlatmışlardı. En son Dr. Hayriye Topçuoğlu Ahmet Rıfkı’nın Hayatı ve Eserlerini (2001) konu almıştır. Tez yazımı sırasında kızı Tabende Doğu ile ayrıntılı görüşmelerde bulunmuş ve tezinin bir kopyasını da bize ulaştırmıştır. Aynı konuyu Sayın Topçuoğlu internette sitesinde de yayınlamıştır. Ahmet Rıfkı’nın eserlerini pek çoğumuz biliyoruz. Dergilerde yayınlanan yazılarının dışında kitap olarak yayınlanan eserleri ise Hizmetçi Belâsı (1911), Nakus-i Âdem (1911), Bektaşi Sırrı (1909, 1910, 1911) ve Bektaşi Nefesleri (1913)’dir. Bu eserlerden belki de en önemlisi olan Bektaşi Sırrı adlı eser farklı yayınevleri tarafından yayınlanmıştır. Ancak üzülerek görülmüştür ki Ahmet Rıfkı’nın hayatı bir dolu yanlışlıkla yayınlanmış. Örneğin Ahmet Rıfkı’nın oğlu diye yazılan Ragıp Rıfkı Özgürel’in ailesi ile irtibata geçildiğinde hiç böyle bir şey duymadıklarını ve ilgilerinin olmadığını söylemişlerdir. Ahmet Rıfkı’nın tek çocuğu kızı Tabende Doğu 2008 yılının Şubat ayında vefat etmiş ve geriye Füsun, Esin, Evin ve Figen adlı dört kız kardeş bir diğer deyişle dört torunu kalmıştır. Ahmet Rıfkı kısacık hayatını dolu dolu ama bir o kadar da muammalar içinde geçirmiştir ki, kısıtlı kaynaklarla ancak geriye bu bilgiler kalmıştır. Özetle, hayatı çok zorluklarla geçen, bir mezar taşı dahi olmayan Ahmet Rıfkı, iflah olmaz bir romantik, muhalif bir yazar olarak kısacık ömrüne şiirler, düz yazılar ve incelemeler sığdırmıştır.” (KK: Doğu, 2018).
2. Bektaşi Sırrı Adındaki Eserin İçeriği
Osmanlı tarihinin ilk dönemlerinde, Bektaşîliğe yönetim tarafından öncelikli olarak değer verilmekteyken, 16. yüzyıldan sonra tedrici bir şekilde önyargılı, hatta düşmanca bir tutum takındıkları da herkesçe bilinmektedir. Yeniçeri Ocağı’nın 1826 yılında ortadan kaldırılmasından çok kısa bir süre sonra tüm Bektaşî tekkeleri kapatılır. Kapatılan bu tekkelerin malları da yeni kurulacak olan orduya harcanacağı ileri sürülerek, para edenler haraç mezat satılır. Bu kargaşada yazılı eserlerin ne kadarının tahrip edildiği ise kesin olarak bilinmemektedir. Muhtelif nedenlerle Bektaşilik aleyhine eserler yazılmış, Bektaşiler tarafından da bunlara cevap niteliğinde eserler yazılmıştır.
Bektaşilik aleyhinde Harputlu İshak Hoca tarafından kaleme alınan “Kâşifü’l-Esrâr fî Defiü’l-Eşrâr” adındaki esere ve Hacı Bektaş Veli soyundan geldiklerini iddia eden Cemaleddin Çelebi’nin yazdığı Müddafaa adındaki esere, Ahmet Rıfkı 1325, 1327 ve 1328 (m. 1911-1913) yıllarında cevap içerikli Bektaşi Sırrı adında üç cilt eser yazmıştır. Bu eserlerin birinci cildinde, Bektaşîlik ve diğer tarikatlarla ilgili değerlendirmeler yapılmış, ayrıca istibdad döneminde ilmî ve fikrî hayatın karıştığı, zâhir ulemasının mutasavvıflara karşı tavır aldığı, Abdülhamit’in de gereksiz endişelerle tarikatlara ve tekkelere şüpheci yaklaşmakta olduğu belirtilmiştir. İkinci ciltte, Bektaşîliğin tarihi, Çelebilerin, Hacı Bektaş Veli’nin bel evladı olmadığı, post-nişînlik görevine gelenlerin biyografileri ve Nakşî şeyhleriyle olan ilişkileri gibi konulara ayrıntılı bir şekilde yer verilmiştir. Ayrıca Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasının açtığı sorunlar, Bektaşî tekkelerinin haksız yere kapatılması, babaların lâyık olmadığı cezalara çarptırılması meseleleri irdelenmekte, Kalender Çelebi, Hurûfîlik, mücerredlik konuları işlenmekte ve Hoca İshak Efendi’nin Bektaşîlik aleyhine yazdıklarına cevap verilmektedir. Üçüncü cilt, Ahmed Çelebi tarafından yazılan Müdafaa adlı eserdir. Kullanılan üslûp ve ifadelerin ileri derecede bir Sünnî eğitim gerektirdiği gözden kaçmamaktadır (Varol, 2013:66). Bu ise akıllara, kitabın bu konuma sahip olan Ahmed Çelebi’nin avukatı tarafından yazılmış veya etkilemiş olabileceği izlenimini vermektedir.
Eserde, Hacı Bektaş Velî soyundan olduklarını ileri süren Çelebilerin özellikle vakıfların gelirlerinin kendilerine ait olduğu Mürselli ve Hüdâdâdlı denilen Çelebi aileleri arasındaki çekişmelerinin sonucunda mahkemenin verdiği kararların açıklanması gibi konular bulunmaktadır. Bunların dışında Ahmed Rıfkı’nın iddialarına cevaplar ve Babagân diye bilinen Bektaşî babalarına yaptıkları eleştirilere yer verilmiştir. Dördüncü ciltte ise Ahmed Rıfkı, Hoca İshak Efendi’nin iddialarına cevapların yanı sıra Hacı Bektaş Veli’nin evli olup olmadığı ve mücerredlik konuları işlenmiştir.
Ahmed Rıfkı, Bektaşi Sırrı adlı eserinde, iki kişi ve iki esere esas olarak cevap vermektedir. Bunlardan birisi Harputlu İshak Hoca’nın yazdığı Kâşifü’l Esrâr ve Dâfiü’l-Eşrâr, diğeri ise Ahmed Cemaleddin Efendinin Müdafaa adlı eserlerdir.
3. Ahmed Rıfkı’nın, Kâşifü’l-Esrâr ve Dâfi’ü’l-Eşrâr Adlı Esere Verdiği Cevaplar
Ahmed Rıfkı, Bektaşilik aleyhinde söylenenlere özetle şu şekilde yanıt vermektedir: Harputlu İshak Hoca’nın yazdığı eserde eleştirilerini Bektaşîlikten ziyade Bektaşîlikle hiçbir ilgisi olmayan Hurûfîliğe, Hurûfî olanların eserlerine, özellikle Câvîdân ve benzeri kitaplara yöneltmiştir. Gerek tarihî gerek tasavvufî araştırmalar Bektaşîlik ile Hurûfîliğin birbirinden ayrı birer meslek olduğunu göstermektedir. Fazullah Hurûfî, Kur’ân-ı Kerîm’in anlamını kendi anlayışına göre akla fikre gelmeyecek yorumlar yapmaktır. Bu düşünceleri savunan müritleri de kalmamıştır, Bektaşîlik ise diğer Turuk-ı Âliyye gibi, Tanrı’ya ulaşmaya çalışana hizmet eden bir tasavvuf yoludur. Bektaşîler erkânlarını, irfanlarını Peygamberin mukaddes irfan kaynağından ve Tanrı’nın sığınılacak yüceliğinden almıştır. Erkânı ve âdâbı incelenirse tespitimizin doğruluğu ortaya çıkacaktır. Bu nedenle Bektaşîlik âdâb ve erkânının, Hurûfîlikle hiçbir bağı yoktur (Rıfkı, 1325:11).
Her mesleğin âdâb ve erkânı, inancının esasları, o inançta olan kişilerin yazdıkları eserler okunarak öğrenilir. Bektaşîliğin inanç esaslarının da yine Bektaşîlerin yazdığı eserlerden öğrenilmesi gerekir. Bugün Bektaşî tarîkatinden olanların en çok değer vererek okudukları eser, hicrî sekizinci asırda yazıldığı tahmin edilen Hazret-i Hünkâr Hacı Bektaş Velî’nin menkıbelerinden, kerametlerini konu alan Velâyet-nâme adındaki eserdir. Bunun dışında bütün tasavvuf ehlînin Kaygusuz Abdal’ın Abdal-nâme, Hazret-i Şâh-ı Velâyet Efendimizin sözlerini içeren Hutbetü’l-Beyân, Seyyid Nesîmî Hazretlerinin Nesimi Dîvânı, Hacı Bektaş Velî Hazretlerinin hoş sözlerini içeren Küçük Velâyet-nâme, yakın zamanlarda vefat eden Saatçi Ali Dedebaba Risâlesi ve Turâbî Ali Dedebaba Dîvânı gibi eserler okunduktan sonra Bektaşîliğin iç yüzü hakkında bir parça bilgi edinmek mümkündür. Bu eserlerin her biri İslâmın hikmeti, Peygamberin sırları demek olan vahdet-i vücut mesleğinin birer dalı ve açıklayıcısıdır. Bu eserler incelenirse, Bektaşîliğin diğer tasavvuf ehlînin izlediği yoldan başka bir şey olmadığı görülecektir. Zaten taassuba göre vahdet-i vücudun fazlası sapkınlık ve zındıklık olarak kabul edilmektedir. Nasıl ki Hallac-ı Mansurlar, Muhiddin Arabîler, Seyyid Nesîmîler ve Şeyh Bedreddin Simavîler şeriate ters olduğu düşünülerek kendilerine eziyet edildiyse, Tarîkat-ı Bektaşîye’ye olan hücumlar da onlara yapılan hücumların aynısıdır (Rıfkı, 1325:12). Ahmed Rıfkı, şeriat ve tarikat konularını özetle şu cümlelerle ifade etmektedir: Ârifler katında eğitimde, tevhidi öğretmede pek çok makamlar ve mertebeler vardır. Fakat mertebeler iki kelime ile özetlenebilir. Yoldaki mertebelerin birisi “Fark” diğeri “Cem” dir. Fark, şeriat makamında ibadet, Allah’a yöneliş, Hakk’ı hak, bâtılı bâtıl, küfrü küfr ve imanı iman olarak kabul etmek için çaba göstererek dinin yasaklarından kaçmaktır. Bu makam, şeriat mertebesidir. Bu mertebede bulunanlar yalnız hakikati sadece dış yönüyle görürler. Her şeyi şeriat kitabında muayyen olan sınırlarından dışarı çıkmazlar. Fark mertebesi ise dünya âlemidir. Orada Hakk ile halk ayrı ayrıdır. Hâlik ile mahlûk başka başkadır. Bütün varlık âlemi onlara göre yaratılmış olarak kabul edilmelidir (Rıfkı, 1325: 44).
Cem makamı ise, aşk ve cezbedir. Bu mertebede bulunan yalnız Hakk’ı görür, Hakk’tan başka hiçbir şey yoktur. Görünen, yaratanın varlığının yansımasıdır. Bu mertebede yaratılmış olan her şey Hakk’ın vücudunda barınmaktadır. Faâl (hareket hâlinde olan), mevcut (var olan), muhît (kapsayan) ve mürit (isteyen) her şey Hakk’tır. Bu mertebede Hakk’tan başka hiç bir mevcut yoktur. Bu mertebeye erişen kendi vücuduyla fâni (ölümlü), Allah ile bâkî yani ölümsüzdür. Gören ve görülen her şey ondan ibarettir, manevî bir cezbe hâlidir. İbadet eden ve edilen, secde eden ve edilen her şey ondan ibarettir. Evvelki mertebe, yani “Fark” mertebesi zâhirdir. “Cem” mertebesi ise bâtındır. Kâmiller Hakk’a ulaşmış, evliyalığın üst mertebelerine varan kişiler bu mertebelerin ikisini de cem edenlerdir ki bu mertebeye “Makam-ı Cem mea’l-fark” derler (Rıfkı, 1325:45). Şimdi bir mukayese edelim. Şeriatsız tarîkat elbiseden soyundurulmuş çıplak bir hâlde bırakılmış bir güzele benzer ki, çıplaklık hoş bir görünüş değildir. Ona mutlaka bir elbise giydirmek gerekir. Yani “Cem” mertebesi elbisesi çıkarılmış bir güzel gibidir. Elbisesiz insanı seyredenlerin kalplerinde nasıl ki bir şehvet girdabı ve ihtirâs meydana gelirse, tarîkati ve hakikati eğer şeriat elbisesinden soyundurursanız, aynı kötü sonuçla karşılaşmaya sebebiyet verirsiniz. Tarîkatsız şeriatta olmamak gerekir. Çünkü yalnız zâhire yani sadece dışa değer verip özü ve asıl manayı bilmemek de körlüktür.
Unutmamalıyız ki bütün tarîkatler doğru ve kesin bir silsile yolu ile Hazret-i Fahr-i Âlem (sav) Efendimize ulaşır. Bektaşî tarîkati hem zâhir hem de bâtın yönünden Hazret-i Muhammed (sav) Efendimize ulaşır (Rıfkı, 1325:85). Tarîkatlerin başlangıcı ve kaynağı, âlemlerin övüncü Peygamber Efendimizdir. Şeriat nasıl ki hakikatin kaynağı olan marifet kâbesinden ortaya çıktıysa, tarîkat da oradan çıkmıştır.
Hacı Bektaş Velî Hazretleri âyin ve tarîkat erkânını öğrettikten sonra hicrî 738/1336 senesinde Hakk’a yürüdü. Fazl-ı Hurûfî denilen adam ise 796/1394 tarihinde Acemistân’da vefat etti. Zaman ve mekân itibarıyla arada olan bu farklar, Bektaşîlerin âyin ve erkânı arasına Hurûfî inancının karışmasına kuvvetli engel teşkil eder. Mir’atü’l-Makâsid’de: “Bektaşîlik aslında bu gürûhtan olmadığı gibi adı geçen topluluk yani Hurûfîler de Bektaşî değildir, denilmektedir. Bektaşîlerin icazetleri, hilafetleri Hacı Bektaş Velî Hazretlerinden şu ana gelinceye değin, yalnız Bektaşî halifelerinin isimleri geçmektedir. Hurûfîlerin de kendilerine ait hilâfet-nâmeleri vardır ki o hilafet-nâmelerde yazılı olan isimlerin hiçbirinde Bektaşî halifelerinin adları geçmez (Rıfkı, 1325:95). Buradan da açıkça Kâşifü’l-Esrâr’ın bu iddiasının da tamamen asılsız olduğu anlaşılıyor. Çünkü, Bektaşîlikle Hurûfîlik tarih, mekân, inancın zâhiri ve bâtını yönünden birbirinden ayrıdır.
Bektaşî tarîkatında niyâz konusunda aşırılığa gidildiği varsa da olması gereken sınırları aşmamıştır. Hoca İshak Efendi, Rufâî, Sâdî ve Kâdirî tekkelerinde bile icra edilen niyâzı, Tarîkat-ı Bektaşîye’nin niyâzından ayırıyor. Büyük bir iftira olarak güyâ Fazl-ı Hurûfî’ye secde edildiğini yazıyor. Bektaşîlik; Hacı Bektaş Velî’ye mensup bir topluluktur. Eğer Fazlullah Hurûfî’ye mensûp olsaydı, Fazlullah’a nisbet edilir, Bektaşîler de secdelerini Fazlullah’ın adını zikrederek yapardı. Eğer şu anda secde etmek gerekse Hacı Bektaş Velî’ye karşı icra edilir. Çünkü bütün Bektaşîlik, onun namına, âdâbına ve erkânına bağlıdır.
Kâşifü’l-Esrâr Defiü’l-Eşrâr ismindeki kitap, Müslümanlar arasına ayrılık tohumu ektiği için fesatlık içermektedir. Çünkü suret-i haktan görünerek, Hurûfîlikle Bektaşîliği müthiş bir entrika ile birbirine karıştırarak, milletin birliğine, insanlık adabına ve İslâmîyete darbe vurmak öyle bir fesattır ki en basitçe düşünen bile bu fesatı fark eder (Rıfkı, 1325:135). Kasıt ve kinle dolu Kâşifü’l-Esrâr ismindeki kitap, gayet basit ve ilkel fikirlerle doludur. Halkın diline düşürülmüş açık saçık hikâyelerle altı yüz seneden beri Osmanlı coğrafyasının her noktasına yayılmış olan Tarîkat-ı Bektaşîye’yi reddetmek daha doğru bir tabirle söylemek gerekirse aşağılama ve saldırı için yazılmıştır. Bunun yayınlanmasıyla halkın düşüncesine, bu masum dervişler aleyhine şüphe tohumları ekilmiştir.
II. Mahmut, 1241’de Yeniçeri eşkiyasını tamamen ortadan kaldırmak için teşebbüse girişti. Sultanahmet Meydanı’na toplanan Yeniçeri âsilerinin üzerine asker gönderilerek, gerek orada gerekse Etmeydanı’ndaki kışlalarda bulunanlar temizlendi. Bir iki gün zarfında İstanbul’da birkaç bin Yeniçeri katledildi ve bir kısmı da sürgüne gönderildi. Yeniçeri Ağaları’nın kapısı olan şimdiki Daire-i Meşihat, o zaman Daire-i Meşihat oldu. Yeniçeriliğin ilk kuruluşunda Ocağa hayır dua eden Pîr-i Tarîkat Hünkâr Hacı Bektaş Velî Hazretlerinin adı son zamanlara kadar bile Yeniçeriler tarafından kemâl-i hürmetle yâd edilirdi. Tarîkatin âyin ve erkânından birçoklarıyla gülbankların bazıları Yeniçeriler tarafından kullanılmaktadır (Rıfkı, 1328:57). Bektaşîlerin ortadan kaldırılmasının sebebi “Yeniçerilere Taife-i Bektaşîye namı verilmesidir.” deniliyor. Pekâlâ! Bektaşîlikle münâsebeti olan Yeniçerilerin katledilmesi ve perişan edilmesi kâfî gelmiyormuş gibi, dergâhlarının köşelerinde sakin bir yaşam süren Bektaşî tarîkati fukarâsını perişan etmek hangi mantığa hangi akla sığar? Bektaşî namı ortada kalırsa Yeniçerilik kalkmamış gibi görünecekmiş. Buradaki “gibi görünmek” tabirini “zannetmekle” eş kabul ettiğimizden zan ile verilen hükmün ne dereceye kadar isabetli olacağını aklı başında olan herkes bilir. Şeriata zıt davranış deniliyor (Rıfkı, 1328:60). Eğer bıyık uzatmak gibi sıradan meseleler ise bunlar insanların katledilmesi veya sürgün edilmesi için yeterli değildir.
Nihayet kendilerinin katledilmesi fermanını imzalamışlardı. Sultan Mahmut Adlî’nin bir emriyle toplanan devlete bağlı güçler, bu son hareketi bastırdı ve Yeniçeri adını bu âlemden sildi (Rıfkı, 1328:63). Bektaşîlerin kaldırılmasına ve ileri gelenlerinin katledilmesi, bazılarının sürgüne gönderilmesi, tekkelerinin kapatılmasıyla ilgili verilen kararın da Yeniçerilere, Gürûh-ı Bektaşîyân denilmesinden dolayıdır.
Kâşifü’l-Esrâr Defiü’l-Eşrâr ismindeki kitap, Müslümanlar arasına ayrılık tohumu ektiği için fesatlık içermektedir. Çünkü suret-i haktan görünerek, Hurûfîlikle Bektaşîliği müthiş bir entrika ile birbirine karıştırarak, milletin birliğine, insanlık adabına ve İslâmîyete darbe vurmak öyle bir fesattır ki en basitçe düşünen bile bu fesatı fark eder (Rıfkı, 1325:135). Kasıt ve kinle dolu Kâşifü’l-Esrâr ismindeki kitap, gayet basit ve ilkel fikirlerle doludur. Halkın diline düşürülmüş açık saçık hikâyelerle altı yüz seneden beri Osmanlı coğrafyasının her noktasına yayılmış olan Tarîkat-ı Bektaşîye’yi reddetmek daha doğru bir tabirle söylemek gerekirse aşağılama ve saldırı için yazılmıştır. Bunun yayınlanmasıyla halkın düşüncesine, bu masum dervişler aleyhine şüphe tohumları ekilmiştir.
II. Mahmut, 1241’de Yeniçeri eşkiyasını tamamen ortadan kaldırmak için teşebbüse girişti. Sultanahmet Meydanı’na toplanan Yeniçeri âsilerinin üzerine asker gönderilerek, gerek orada gerekse Etmeydanı’ndaki kışlalarda bulunanlar temizlendi. Bir iki gün zarfında İstanbul’da birkaç bin Yeniçeri katledildi ve bir kısmı da sürgüne gönderildi. Yeniçeri Ağaları’nın kapısı olan şimdiki Daire-i Meşihat, o zaman Daire-i Meşihat oldu. Yeniçeriliğin ilk kuruluşunda Ocağa hayır dua eden Pîr-i Tarîkat Hünkâr Hacı Bektaş Velî Hazretlerinin adı son zamanlara kadar bile Yeniçeriler tarafından kemâl-i hürmetle yâd edilirdi. Tarîkatin âyin ve erkânından birçoklarıyla gülbankların bazıları Yeniçeriler tarafından kullanılmaktadır (Rıfkı, 1328:57). Bektaşîlerin ortadan kaldırılmasının sebebi “Yeniçerilere Taife-i Bektaşîye namı verilmesidir.” deniliyor. Pekâlâ! Bektaşîlikle münâsebeti olan Yeniçerilerin katledilmesi ve perişan edilmesi kâfî gelmiyormuş gibi, dergâhlarının köşelerinde sakin bir yaşam süren Bektaşî tarîkati fukarâsını perişan etmek hangi mantığa hangi akla sığar? Bektaşî namı ortada kalırsa Yeniçerilik kalkmamış gibi görünecekmiş.Buradaki “gibi görünmek” tabirini “zannetmekle” eş kabul ettiğimizden zan ile verilen hükmün ne dereceye kadar isabetli olacağını aklı başında olan herkes bilir. Şeriata zıt davranış deniliyor (Rıfkı, 1328:60). Eğer bıyık uzatmak gibi sıradan meseleler ise bunlar insanların katledilmesi veya sürgün edilmesi için yeterli değildir.
Nihayet kendilerinin katledilmesi fermanını imzalamışlardı. Sultan Mahmut Adlî’nin bir emriyle toplanan devlete bağlı güçler, bu son hareketi bastırdı ve Yeniçeri adını bu âlemden sildi (Rıfkı, 1328:63). Bektaşîlerin kaldırılmasına ve ileri gelenlerinin katledilmesi, bazılarının sürgüne gönderilmesi, tekkelerinin kapatılmasıyla ilgili verilen kararın da Yeniçerilere, Gürûh-ı Bektaşîyân denilmesinden dolayıdır.
O kargaşalık esnasında kasıtlı bir şekilde yapılmış ve bu şahsî garazların oynadığı roller neticesinde lâubali tavırlar ile meşhur olan bazı kişiler ise Bektaşî olmakla suçlandılar (Rıfkı, 1328:80). Bunlar, toplum içinde saygıdeğer, bilge ve seçkin âlimlerdendi. Mesela, ilim ve fende yetkin olan Şânizâde gibi şanlı bir zatın, Kethüdazâde Ârif Efendi gibi Osmanlı tıbbının terimlerini bilen çalışkan bir kişinin, İsmail Ferruh Efendi gibi tefsîr ve hadis ilmine vâkıf âlimler de bu topluluktandı. Bu erdemli kimseler, o zamanlar kıskanılacak kadar faziletli kimselerle birlikte bulunmuştu. Kıskanç kimseler, bu saygıdeğer zevattan çekiniyorlardı. Merhûm Cevdet Paşa’nın uzun açıklamalarından anlaşılacağı üzere, bu erdemli kişilerin sürgüne gönderilmeleri yalnızca şahsî kasıt ve haince yalanlar nedeniyledir.
Mesela Şânizâde’nin hekimbaşılığa tayin olacağını bilenler ve anlayanlar ise o makamın kendilerine verilmesi için çaba gösteriyor ve ellerinden gelen gayreti geri koymuyorlardı. Ne zaman ki Yeniçeri vakası çıktı; Yeniçerilerin uğruna birçok Bektaşîler de siyaseten haksız yere cezalandırıldılar. Pek çok tarîkat erbâbı da vatanlarından uzak kaldı; malları harap edildi. İşte o sırada “tam fırsat” diyen kötü niyetli kimseler harekete geçtiler. O yüce zevat, bu nedenle birçok felaketlerle karşılaştılar (Rıfkı, 1328:81).
Sultan Mahmut Adlî’nin emriyle Bektaşî tekkeleri kapatılıp yerle bir edildi. Pek çok tarîkat erbabı ârif kimseler uzak yerlere sürgün edildikten sonra Esad Baba meselesi çıktı. Esad Baba, evvelce Edip Paşa’nın mühürdarlığında bulunmuş kâtiplerden iken, Tarîk-i Nâzenine bağlanmış Rumeli ve Anadolu taraflarını gezmiş; birçok mazlum kalplere, mazlum yüreklere nurlar saçmış ve sırlar vermiştir. Daha sonra Rumeli’nin Usturumca, Radovişte ileri gelenlerinin yanına gelerek, postu yayıp misafir ağırlamıştır. Meselenin İstanbul’da ortaya çıkmasından sonra Esad Baba, Radoviş’ten kaçarak Manastır’a gitmiştir. Yukarıda verilen fermanla Bektaşî tekkelerini tahrip etmek için görevlendirilen Hacı Bey tarafından Manastır’da yakalanmış ve güyâ üzerinde çıkan bir kitabın içeriğinde “Kur’ân âyetleri yanlış tefsîr ediliyor.” denilerek derhal sorgulanmış ise de rafz ve ilhâdına dair kesin bir ipucu elde edilemediği için Rumeli taraflarında varlığı zararlı olacağı beyanıyla İstanbul’a tutuklu bir şekilde sevk edilmiştir. Esad Baba, Bâb-ı Âlî’de uzun uzadıya sorgulandıktan sonra kitaptaki şeylerin içeriğinden haberi olmadığını, kendisinde rafz ve ilhâdın bulunmadığını iddia etmişse de hapse atılarak cezasının ne olduğunun sorulması amacıyla öncelikle meşihata gönderilmiştir. Meşihat ise aşağıda yer alan fetvaları imzalayarak, Sultan II. Mahmut’a göndermiş ve emirleri beklenmiştir (Rıfkı, 1328:110)
Şeyhlik iddiasındaki Müslüman bir kişi sapkın, fesat çıkaran düşüncelere sahip olduğunu gösteren davranışlarda bulunursa, o kişinin siyaseten katli meşru mudur?
El-cevap: Allahu âlem vâcibtir.
Bu durumda kişi yazılı olduğu üzere ilhâd ve zındıklıktayken tövbe etse, tövbesi makbul olur mu?
El-cevap: Allahu âlem olmaz, belki katledilir.
Aldatma, fesat çıkarma ile uğraşan kişi tövbe etse o kişiye ne yapmak gerekir?
El-cevap: Allahu âlem katlolunur.
Kâtip el-fakîr Kadızâde Mahmut Tâhir (Rıfkı, 1328:111).
Şeyhülislâm tarafından tasdik ve imza edilen bu fetvalar, İkinci Mahmut Adlî’ye arz olunur. Esad Baba meselesine daha önce arz edilen Mahmut Bey’in de sürgüne gönderilmesini içeren bir karar vardı. Fetvalarla kararlar incelendikten sonra aşağıdaki hatt-ı hümâyûn ortaya çıkmıştır.
Adı geçen bu fetva ve diğer evraklar tarafımdan incelenmiştir. Bunun gibi mülhid ve zındık inançta olan henüz temizlenmemiş çok adam vardır. Adı geçenin katledilmesi gerektiği fetvada açıkça belirtilmiştir. Sözlerinden sonra, Esad Baba, Aksaray’da şimdiki jandarma karakolu önünde asılarak idam edilmiştir (Rıfkı, 1328:112).
Birinci fetvadan anlaşıldığı üzere tamamen siyaseten katledilmiştir. Hele ikinci fetvada tövbenin makbul olamayacağının net bir şekilde belirtilmesi oldukça yanlıştır. “Lekad taayyenü’r-rüşdü” âyet-i kerîmesiyle belirtilen ve “lâ ikrahe fi’d-dîn” âyetiyle te’yîd edilen emr-i ilâhî yüce İslâm dininde cebr ve ikrâh olmadığı açıkça belirtilmiştir.
İslâmîyette bir kimsenin iman tarzı ve itikadından dolayı değil öldürülmesi, o kimseye eziyet edilmesi bile câiz değildir. Fransızların “tolarance” dedikleri, bizim dinî, vicdanî meselelerde hürriyet ve istiklâl dediğimiz uygunluk, dinimizin açtığı doğru yolda ilerlemek ve medenî olmaktır.
Hacı Hüseyin Mazlum Baba’nın türbeleri Bağdat’ın karşı yakasında İmam Musa Kâzım Efendimizin avlusundadır. Mübarek isimleri mezar taşına kazınarak yazılmıştır. Hakk’a göçtüklerinde fakîr de oradaydım.
Bugün Irak hattında dört ayrı Bektaşî Dergâhı vardır. Bunun biri Kerbelâ’da Hazret-i Hüseyin Efendimizin bulunduğu avlu içinde mükemmel bir âsitânedir. Bânisi Kanûnî Sultan Süleyman’dır. Diğeri ise Necefü’l-Eşref İmam Ali Efendimizin bulunduğu yerin avlusu içinde gayet mühim bir dergâhtır, bânisi Yavuz Sultan Selim’dir (Rıfkı, 1328:155). Bu iki dergâh 1241 yılındaki feci olayda yıkılmamış ise de vakıflarının bir kısmı zapt edilmiş ve cüzi bir şey kalmıştır.
Necef ve Kerbelâ dergâhlarının yıktırılamamasının sebepleri ise, bu iki dergâhın avlusu içinde türbelerin olması ve yanlarındaki binaların varlığı da bu binaları yapanların kutsal kişiler olarak halk tarafından kabul edilmeleri nedeniyledir. Aksine bir davranış Yezitliğin âşikâr bir şekilde katmerlisi sayılacağından cesaret edilememiş ve bırakılmıştır. Diğer iki dergâh yukarıda açıklandığı gibi Hüseyin Mazlum Baba’nın yeniden inşa ve imâr ettiği Gürgür Dergâhı’yla Hüseyin Mazlum Baba namına İran hükümdar hânedânlarından merhûm Nasreddin Şâh’ın amcası merhûm Mirza Ferhâd tarafından 1299 tarihinde İmam Musa Kâzım Efendilerimizin avlusu içinde yaptırmış oldukları Kâzımiye Dergâhı şerifidir. Bugün yeri yurdu belirsiz bir hâlde olup Bağdat’ın karşı yakasındaki Dicle Nehri kenarında gayet güzel bir mevkide vaktiyle bulunmuş olan Şahin Baba Dergâhı’yla Gürgür Baba Dergâhı öyle kutsal ziyaret yeri içinde olmadıklarından, 1241 olayında tahrip edilmişlerse de Gürgür Baba Dergâhı sonra Hüseyin Baba tarafından yeniden inşa edildiği bilinmektedir.
Mevkilerinden ve bânilerinden bahsettiğim mevcut dergâhların bugünkü üzüntü veren durumundan bahsedeceğim. Hüseyin Baba’nın âhirete intikalinden sonra, yine Gürgür Dergâhı’ndan başlayıp diğerleri hakkındaki bilgi ve gözlemleri de ayrıntılı açıklayacağım. Şöyle ki Hüseyin Baba’nın son post-nişînliği zamanlarında valilik göreviyle Bağdat’a gelen Takiyüddin Paşa, Bağdat’a geldikten sonra Hüseyin Baba aleyhinde var kuvvetiyle uğraşdıysa da Baba’yı yerinden kıpıdatamadı ve ümidi kesildi. Baba ile zâhiren dost oldu (Rıfkı, 1328:157).
1302 tarihinde Hüseyin Baba’nın vefatının ikinci gününde Takiyüddin Paşa, dergâhta bulunan dervişleri bir zabtiye müfrezesiyle zor kullanarak tekkeden çıkarttı. Baba’nın o nefis kitablarını dervişlerin almalarına müsaade etmeyerek, Süleymaniye’ye bağlı Karadağ nahiyesinden güyâ Nakşîbendî’nin Hâlidî kolundan Abdurrahman adındaki bir Kürt mollaya dergâhı bağışladı. Abdurrahman Molla ise hemen ailesini Bağdat’a getirerek, o mücerred post-nişînliğine mahsus olan dergâha gelip oturdu.
Hüseyin Baba’nın şahsî çabalarıyla fukarâ-yı Bektaşîye için yaptığı yukarıda açıkladığımız vakfın gelirlerini kendi çıkarlarına kullanıyor; yiyip içip karısıyla birlikte zevkine bakıyordu. Bu fakîrin Bağdat civarından ayrıldığım 1314 senesine kadar Molla Abdurrahman dergâhtaydı. Ölmüş ise muhtemelen oğluna verilmiş olmalıdır.
Kâzımiye Dergâhı’na gelince bu dergâha merhûm Hüseyin Baba sağlığında Seyyid Velî namında kemal sahibi mücerred bir Bektaşî dervişi bıraktı. Seyyid Velî, 1313 tarihinde vefat ettiğinde Kâzımiye’de bulunan Acemlerle türbedâr Araplar bu dergâhı zaptettiler (Rıfkı, 1328:157). Hâlbuki bu dergâhın Tarîkat-ı Âliyye-yi Bektaşîye dervişlerine ait olduğu açıktır. Dergâhın bânisi olan merhûm Mirza Ferhat tarafından İran’da güzel bir mermer taş üzerinde edebî bir ibâre ile kazınarak yazılmış ve dergâhın kapısının üstüne konulmuş olan tarihî taşını da kaldırarak, tekke olduğunu belirsiz hâle getirmek fikrinde bulunduklarını Kâzımiye ahâlisinden ve güvenilir insanlardan işitmiştim. Şimdiye kadar belki de öyle etmişlerdir. Bu tekkenin odalarının ölçüsüne göre merhûm Mirza Ferhat’ın İran’da özel olarak dokunmuş olan pek kıymetli halıları türbedârları aralarında taksim ettiklerine fakîr vâkıf oldum. Gürgür Baba ve Kâzımiye Dergâhlarının şimdiki hâlleri bu merkezdedir ve ehlî olmayan münkirlerin ellerindedir.
Merhûm Sultan Mecit zamanında Kerbelâ Dergâhı’na Takî Baba ve Necfü’l-Eşref Dergâhı’na da Sükûtî Baba post-nişîn olarak gelmiş, her ikisi de hayatlarında dergâhları hakkıyla idare etmiş, ziyaretçilerin fukaraların ihtiyaç ve istirahatlerini temin etmişlerse de merhûm Sultan Abdülaziz devrinde valilik göreviyle Bağdat’a gelen Namık Paşa’nın Bağdat’ta bulunduğu sırada Sükûtî Baba’nın vefatı üzerine Necefü’l-Eşref Dergâhı’nı Hint kökenli garip davranışlı bir tesbih satıcısına vermiştir. Bu adam ailesiyle beraber dergâha girmiş, vefat edene kadar uzun süre Necef Dergâhı’nda kalmıştır. Bayramlarda bile İmam Ali Efendimizi ziyaret ettiği görülmemiştir (Rıfkı, 1328:158). Fakat bazı defa dergâhın kapısına kadar çıkarak Şâh-ı Velâyet Efendimizin türbe-i saâdetlerine bakarak “İlahî bu Ali çok adam katletti, bunun günahlarını şu aksakalım hürmetine affet.” diye bir takım çılgınca daha doğrusu alçakça sözler söylediğini, onun zamanında yaşamış gayet namuslu ihtiyar Davut Ağa’dan ve diğer yaşlılardan işitmiştim. Bu adamların yalan söylemediklerine vicdanen inanmaktayım.
Bu deli adam öldükten sonra yerine oğlu geçmiştir. 1314 tarihine kadar oğlu da babası gibi Necef Dergâhı’nı harem dairesi ettiğini ve bütün Necef halkı ile ziyaretçilerin bildikleri gibi bizzat bu fakîr de gördüm. Sükûtî Baba’dan sonra Necefü’l-Eşref’e İmam Ali Efendimizi ziyarete giden Bektaşî dervişleri orada kendi keselerinden yer içer ve orada barınacak yerleri olmadığından bir iki gün Necefü’l-Eşref’te kaldıktan sonra dönerlerdi. Necef Dergâhı’nın kapısının üstündeki taşta binanın Bektaşî dergâhı olduğuna ve Bektaşîlerin medh ü senâlarına dair Farsça yazılmış bir takım manzumelerin kazınarak yazılmış olduğunu göstermiş ve okumuştum. Şimdi aradan çok zaman geçtiği için aklımda kalmamıştır. Bu taş binanın inşası zamanında sağlam bir şekilde yerleştirildiğinden çıkarılamamıştır. Karantina memurlarından Mehmet Efendi adında bir kişiden işittiğime göre: “Fırsat bulsalar bu taştaki yazıları körlemek fikri yok değildir. Fakat dergâhın içinde Mehmet Şerif bulunduğundan ve ziyaretçilerin çokluğundan dolayı fırsat bulamamaktadırlar.” demişti. Belki de şimdiye kadar fırsat bulmuşlardır (Rıfkı, 1328:159). İşte Necef Dergâhı’nın hâli bu merkezdedir. Bu dergâhlar bânîlerinin yapım amaçlarının aksine olarak ehlî olmayanlar tarafından harem dairesi hâline getirdiklerini gören ve azıcık vicdan sahibi olan her Müslümanı acındırıyor. Ey koca Yavuz Sultan Selim! sen bu azametli dergâhı namuslu mücerred Bektaşîye meşâyih ve dervişlerine tahsis etmiştin. O dergâhta vaktiyle her gün okunan gülbanklarda Selim’in adı da vardı. Ruhun için daima dualar edilirdi. Şimdi o dergâh bir takım suçluların harem dairesi oldu. Şimdi orada senin ismin zikr olunmak şöyle dursun, içinde oturup karılarıyla zevk eden o herifler dergâhın geriye kalan vakıflarından yedikleri ekmeğin ve o yüce binanın bânisinin kim olduğunu bildikleri bile yoktur.
Kerbelâ Dergâhı’na gelince yukarıda bahsi geçen Takî Baba, dergâhın kalmış olan senelik cüzi gelirinden başka kendisi dahi hayli mülk edinmiş ve kendi mülkünün gelirlerinden tekkenin hasılatına ilave ederek Kerbelâ’ya gelen dervişlerin rahat ve huzurlarını temin etmişti. Taki Baba’nın vefatından sonra oğlu Abbas Baba post-nişîn idi. Bu fakîr, 1312 tarihinde iki sene memuriyet göreviyle Kerbelâ’da bulunduğum zaman arasıra dergâha gider, Abbas Baba ile görüşürdüm. Abbas Baba, pederleri gibi fevkâlâde zeki değilse de gayet halîm, ahlâkı güzel ve âlim bir zat olup, dervişlere pek hürmet eder ve onları rahat ettirirdi. Bu dergâhın vakıf-nâmesini gördüm. Bânisi olan Sultan Süleyman Kanûnî tarafından külliyetli vakf edilmiş olduğu vakıf-nâmede yazılıdır (Rıfkı, 1328:160).
Kerbelâ Dergâhı’nın Rum Abdallarına, yani Bektaşîlere mahsûs olduğunu belirtmiştim. Benim Kerbelâ’da bulunduğum tarihlerde Bağdat ahalisinden ismi aklımda kalmayan fakat gayet şeytan ve molla kıyafetli bir adam, Kerbelâ Dergâhı’nı zapt etmek fikriyle Abbas Baba aleyhinde Kerbelâ mutasarıfına Bağdat valisine sokulur dururdu. O sıralarda Altıncı Ordu müşiri merhûm Recep Paşa, Bağdat’ta bulunması sebebiyle kötü amaçlarına ulaşamazdı. Çünkü merhûm Recep Paşa gerçekten ehl-i Hakk ve hakkaniyeti gözeten bir büyük zat olduğundan, onun zamanında valiler ve mutasarrıflar merhûmdan çekinirlerdi. Öyle açık bir şekilde muameleye cesaret edemezlerdi. Sonra merhûm Recep Paşa, Trablusgarp’a görev gereği gittikten sonra, bu fakîr de o havaliden ayrıldığım için bilmem Kerbelâ Dergâhı’nın hâli ne oldu? Recep Paşa merhumdan sonra ihtimal ki o dergâhda diğerlerinin durumuna dönmüştür. Doğrudan doğruya hakkı, hakkaniyeti söylemek gerekirse, tam bir özgürlük olmasa da önceki gibi çok büyük bir engel kalmadığını hak sahibi olan kişilere dergâhların iadesine gayret ve himmet etmek gerekir. İşte Irak tarafındaki Bektaşî dergâhları hakkında özetle gözlemlerini bilgilerimi sizlere arz ettim. Gerek aynen ve gerek mâlen eser-i âlînizi derc etmek veya bir tarafa atıvermek size aittir efendim. (Rıfkı, 1328:160).
4. Müdafaa Adındaki Eser ve İddialar
Çelebi Ahmed Cemaleddin Efendi, Bektaşi Sırrı adlındaki esere cevap içerikli Müdafaa adlı eseri yazmış, bu eserle Ahmed Rıfkı’nın yazdıklarına hem cevap vermekte hem de yeni iddialarda bulunmaktadır.
Çelebi Ahmed Cemaleddin Efendi’ye göre Hacı Bektaş Velî Hazretleri gibi seyyid soyundan gelen ve velâyet mertebesine ermiş bulunan yüce bir zatın “Nikâhlanın ve çoğalın” nazm-ı celîline ve “Dinde ruhbanlık yoktur.” hadis-i şerifine zıt davranışlarda sözleri olamayacağı açıktır. Çünkü velî olmak, ancak ilâhî emirlere ve sünnete uymakla mümkündür (Çelebi, 1328:6). Zaten Fâtma Nurîye ismiyle bilinen Kadıncık Ana, İdris Hoca’nın eşi değil kızıdır. Hazret-i Pîr onunla evlenmiş ve Seyyid Ali diğer ismiyle Timurtaş adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Seyyid Ali Hazretlerinden Resul ve Mürsel adlarında iki evladı olmuştur. Hacı Bektaş Velî Hazretleri evlenmemiştir; evladı yoktur, gibi söylemlerde bulunanlar, şeriat kuralları gereği kanıt ve belge istemezler. Onun çocukları vardır; “çocuğuyuz” iddiasında bulunanlardan kanıt isterlerse padişah fermanları, resmî kayıtlar ve mahkeme kararları yeterli delilidir. İşte görüşlerinize sunduğum hicrî 1177 (m. 1763) tarihli fermanla bile Hacı Bektaş Velî Hazretlerinin çocukları olduğu iddia edilenler iki gruptan oluşmaktadır. Birincisine “Mürselli” diğerine “Hüdâdâdlı” denilmektedir.
Risâlenin on birinci cüzünün on birinci sayfasında; Balım Sultan Hazretlerinin pederleri Mürsel Baba Pîr-i Tarîkat Hazretlerinin manevî sulbünden gelen Yusuf Bâlî Sultan’ın oğludur deniliyor. Manevî evladı olmak, gerçi daha yüce ve daha mukaddes ise de şimdiye kadar gelmiş geçmiş Çelebiler bu kadar abartıya varan kutsallığı kabul etmeyerek bel evladı olmayı daha değerli kabul etmişlerdir. Bunca resmî kayıtlarda mahkemelerin kullandığı “evlat” sözü ile ne kastedildiği gayet açıktır. Bu işin uzmanları tarafından incelendiğinde görüleceği gibi, fıkıhta evlat ise manevî evlat anlamında kullanılmamaktadır. Bir de Hazret-i Pîr’in baba olmasına, çocuğunun doğmasına ne dinî yasalar ne de akıl engel değildir (Çelebi, 1328:11).
Çünkü akıl sahibi ve irfanı olan herkes bilir ki gül ve pamuk ipliği, buğday ve mercimek ile evliya nefesinden ve pîrlerden olduğuna inanılan manevî evlatların, soy evladı gibi hukuk karşısında geçerli olması ve kabul görmesi imkânsız olmasına rağmen, şeriate göre haklı olarak kabul edilse bile pek çok yargılama görmesi gerekir. Hâlbuki şeriata göre manevî evlatlık hiçbir şekilde hukuk karşısında davalarına bakılmadığı bilinmektedir. Yüz seneye yakın bir süre zarfında Hazret-i Pîr Efendimizin türbe ve âsitânesinden buğday ve mercimek alanlar ve ondan sonra çocuğu olanların sayısı belli değildir. Fakat her kişinin Hacı Bektaş Velî Hazretleri evlat ve sülalesinden ve hatta manevî evladı olduğunu iddia etmesi şöyle dursun, ağızlarına aldıkları dahi işitilmemiştir (Çelebi, 1328:18-19)
Dergâhın yönetimi ve şeyhliği, vakıf senedine uygun olarak sürekli Hazret-i Pîr’in soyundan olan Mürselli kolundaki kişilere ait olduğu kesindir. Bunun tersine bir şey olması yasalara aykırılık teşkil eder (Çelebi, 1328:22).
On ikinci bölümün on dokuzuncu sayfasında: “Çelebiler, Safevîlerin mezhep ve erkânını benimseyip uygularlar...” gibi utanma, arlanma duygusunu ortadan kaldırıp, kasıtlı bir şekilde ağır iftirada bulunuyor. Aynı bölümün yirmi sekizinci sayfasında: “Çelebilerin nasıl bir inanca ve yola girdiklerini bilmiyoruz…” deniliyor. Baştanbaşa yalan dolu bu risâle birbiri ile çelişen bölümler mukayese edildiğinde, çıkar sağlamak için düzenlenip basılmış olduğu derhal anlaşılacaktır. Muhaliflerimizin bütün iddiaları kendi tezlerini çürütmektedir (Çelebi, 1328:26-27).
On ikinci bölümün on sekizinci sayfasında: “Anadolu’nun bazı bölgelerine batıl düşüncelerini yaymış olan Şah İsmail Safevî’nin ‘Şiîlik’ adına ‘Safevîlik’ ruhunu oluşturduğu dönemlerde Çelebilerin onlara katıldığı…” düşüncesi de inancımıza saldırı ve büyük bir iftiradır. Bu şekildeki kasıt ve iftiraları dolu sözleri bütün Çelebi sülalesi ve Anadolu halkı adına kabul etmeyip protesto ediyorum. Geçmişten günümüze kadar bütün Çelebiler, Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat mezhebine ve Hazret-i Pîr Efendimizin yoluna girmişlerdir. Toplum içindeki kötü niyetli kişiler, insanların arasına ikilik sokmaktan kendisini alamazlar (Çelebi, 1328:27).
Risâlenin beşinci ve onu izleyen diğer bölümlerinde Kâşifü’l-Esrâr adındaki eserin sahibi İshak Efendi, Ehl-i Sünnet’le Tarîkat-ı Bektaşîye’ye intisâp edenlerin arasına gayet saldırgan ve haince bir dil kullanmıştır. Böylelikle asılsız suçlamalardan, iftiralardan ve dedikodudan başka bir şey yapmamıştır. Amacı Bektaşîliği herkese kötü göstermek ve ikilik çıkarmaktır (Çelebi, 1328:29). Bektaşî Sırrı adlı risâlede ona cevap amacıyla yazılmıştır. Yazar, inancın esaslarını, erkânını halkın nazarında kötülemek niyetiyle yayılmış düşünceleri ortadan kaldırılmak, gerçeklerin görülmesine, toplumun ihtiyacı olan birlik ve beraberliğin sağlanmasına hizmet etmek niyetinde olduğunu belirtilmesine rağmen bundan kaçınmıştır. Hacı Bektaş Velî’nin evlatları ile onun yoluna katılmış olanlar arasında nefret tohumları saçacak açıklamalarda bulunmuştur. Sonuç olarak: Tarîkat-i Âliyye’yi kökünden sarsacak saçmasapan sözlerle dolu olduğu irfan sahipleri tarafından yeteri kadar bilinmektedir (Çelebi, 1328:30).
5. Ahmed Rıfkı’nın Müdafaa Adındaki Eserdeki İddialara Cevapları
Ahmed Rıfkı Bektaşi Sırrı adlı eserinin dördüncü cildinde genellikle Müdafaa adlı eserde iddia edilenlere cevap niteliğindedir.
Hacı Bektaş Veli’nin evlenmemiş olması dinin hükümlerine karşı çıkmak değildir. Muhtemelen Peygamberimizin “Nikâhlanın ve çoğalın” hadisi de neslin devamında kesinti olmaması için bir sözdür (Rıfkı, 1327:15). Nakşîbendî tarîkatinin ileri gelen mürşidlerinden birisinin yazıp verdiği bilgide: Hazret-i Pîr’in evlenmediği ve dünya nimetlerinden el çektiği kesin olarak belirtilmiştir.
Hazret-i Pîr’in Peygamber soyundan ve büyük bir evliya olduğunu herkes bilir. Ancak Hazret-i Pîr, ergenlik yaşına geldikten sonra Şeyh Lokman Perende El Horasanî ile görüşerek uzunca bir süre ondan tarîkat eğitimi aldı. Kendi isteği ile çeşitli yerlerde inzivaya çekildi, halvete girdi ve kutsal yerleri de ziyaret etti. Anadolu’ya geldiğinde ilâhî cezbenin verdiği lezzetle, Allah yolunda olmanın verdiği zevkle her şeyi terk etti. Yolun amacına uygun bir şekilde inzivaya çekilmeyi daha üstün davranış olduğunu bilerek, aile sorumluluğu altında bulunmaktan da uzak kalmıştır.
Kesin olarak bilinen bir gerçek vardır ki o da cinsellikten uzak durdukça bir süre sonra bu hislerin kaybolduğu bilinmektedir. Eski kaynaklarda bu düşünceyi doğrulayan bilgiler mevcuttur. Meşhur âlim Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme adındaki eserinde bu konuya uzun uzun yer vermiştir. Hatta günümüzde yaşayan gönül erlerinden birisi gençlik günlerinden beri kendisinden geçerek zikrullaha devam ettiği için, cinsel arzu duymama hâli de on beş yirmi seneden beri devam etmektedir. Bu sorunundan dolayı nikâhlı eşi ile arası açılmış ve evliliği de sona ermiştir. Bundan anlaşılıyor ki akıl ve bilim yönünden bakıldığında cinsel arzunun akıldan çıkartılması ya iktidarsızlığa ya da tamamen bu isteğin ortadan kalmasına neden olmaktadır. (Rıfkı, 1327:15). Zaten bu kadar ilâhî cezbeye kapılan ve yola düşkün olan kişilerin hâlleri de buna müsait değildir. Hacı Bektaş Velî’nin Anadolu’ya geldiğinde evli olmadığı konunun uzmanları tarafından kabul edilmektedir. Hacı Bektaş Velî, belki gençlik döneminde evlenmiştir. Fakat Anadolu’ya geldiğinde ailesiyle gelmediği ve yirmi sekiz sene kaldığı Sulucakarahöyük’te evlenmediği gibi Timurtaş adında bir oğlu olmadığı da artık gözlüye gizli değildir (Rıfkı,1327:17).
Evlenmemiş olması, velâyet mertebelerine ulaşmasına engel değildir. Evlenmemeyi tercih etmek bazen daha iyi olabilir. Mesela, velâyeti herkesçe kabul edilen büyük kutuplardan Seyyid Ahmet el Bedevî el Fâsî Hazretleri, Hazret-i Mevlânâ’nın sohbet şeyhi olan Hazret-i Şemseddin-i Tebrizî, Hoca Ahmet el Yesevî, Pîr-i Sânî-i Tarîkat-ı Celvetîye Şeyhi Ali es-Selâmî ve onun halifelerinden olup, adına ait bir Celvetîye bölümü oluşturan Şeyh Ali el Fenâî gibi daha pek çok kişinin evlenmemiş olmaları da onların velî olmasına engel değildir. Özetle Hacı Bektaş Velî’nin, Timurtaş adında bir oğlu yoktur. Evlenmemiş olduğu âlimler tarafından kabul edilmiş ve Tezâkir-i Evliyâ adlı eserde bunlar kayıtlıdır. Genel kanaate karşı ısrar etmek de yersizdir (Rıfkı, 1327:18-19).
Kur’ân-ı Kerîm, kendisini takvaya adamak niyetiyle evlenmeyen kişilerden övgü ile bahsetmektedir. Örneğin, Âl-i İmrân Suresi’nde “Hunâlike deâ zekeriyyâ rabbehu… ” sözleriyle başlayan âyet-i kerîmenin “Ennallahe yubeşşiruke bi Yahyâ musaddikan bi kelimetin min allahi ve seyyiden ve hasûran… ” kısmı sadece Hazret-i Zekeriya (as) ve oğulları Yahya (as)’a övgü içermektedir. Cenâb-ı Hakk orada diyor ki: “O hâlde Zekeriya (as) kendi mihrâbına girip kapılarını kapadı ve Hakk teâlâya yakarıp ‘Yâ Rab bana senin katında hayırlı, günahtan sakınan ve vefalı bir evlat bağışla. Sen duayı kabul edicisin.” dedi. Cebrâil (as) onun namaza durduğu anda kendisine seslenip Hakk teâlânın Yahya adında oğlu olacağını müjdeledi. Doğacak çocuk İsa (as)’ın peygamberlik için geleceğini tasdik eder. Yahya adındaki bu kişi toplumun efendisi olacaktır. Şehvetten sapkınlıktan uzak olacaktır.
Şimdi Yahya (as) hakkındaki bu âyet-i kerîme ile menâkıb dikkate alınmalıdır. Cenâb-ı Kâdir-i Mutlakın sevgili peygamberi Hazret-i Yahya (as) evlenmeyip, dünya işlerinden el çektikleri için kutsandıkları anlaşılıyor. Çünkü Hazret-i Yahya (as) evlenmemiş olarak yaşamıştır. Dünya işlerine uzak bir hâlde Erdil Nehri civarında vaaz ve nasihatla meşgul olmuşlardır. İncil yazıcıları Lukka, Matta, Markos ve Yuhanna, bu peygamberden İncil’de bahis ederlerken “Vaftîzleyici Yuhanna” adıyla aktarırlar (Rıfkı, 1327:20). Onun hâllerinden bahsederken Yahya, Beriyye’de vaftiz edip, günahların affı için tövbe vaftizi yapardı. Bütün Yahudi memleketleri ve Örşilim halkı çıkıp onun yanına gittiler. Hepsi günahkâr olduğunu kabul ederek, Erden Irmağı’nda onun eliyle vaftiz edildiler. Yahya, deve tüyünden elbise giyer ve beline de kayış takardı. Çekirgeler ve yaban balı ile geçinirdi. Amacımız, bize göre değiştirilmiş, hükümsüz durumda olan İncil’den deliller göstererek konuyu düzeltmek değildir. Hakikatlerin meydana çıkması için her belgeyi incelemek gerekir. Gerek Kur’ân-ı Kerîm’de Yahya (as) hakkında söylenen sözler gerek elimizde bulunan tarihî belgeler Yahya (as)’ın evlenmemiş olduğunu gösteriyor. Cenâb-ı Hakk, muhterem pederlerine diyor ki: “Öyle iyi bir çocuğa sahip olacaksın ki O kendisini nefsinden kurtarmıştır.”
Peygamberimiz bir hadisinde: “Selman minna...” yani “Selman da bizdendir.” buyurmuşlardır. Selman-ı Pâk Hazretleri, o manevî mertebeye erdiğinde evlenmemişti. Menakıbında neden evlenmediği ile ilgili ayrıntılı bilgi bulunmaktadır (Rıfkı, 1327:20-21).
Hacı Bektaş Velî Hazretleri, dervişlerine evlenmemelerini emretmedi. Bu konu da hiç bir kimsenin, özellikle Tarîkat-i Âlîyye-i Bektaşî fakîrlerinin böyle bir düşünceleri ve iddiaları yoktur.
Risâlenin sahibi, 178. sayfada mücerredliğe itiraz ederek onları cahillikle, zındıklıkla ve dinden çıkmakla suçluyor. İbadetlerinin şeriata ve tarîkata zıt olduğunu belirtiyor. Hâlbuki mücerredlik erkânı, ceddim dediği Balım Sultan tarafından düzenlenmiştir. Eğer bu yapılanlar şeriate zıt şeyler ise, velâyet sahibi olduğuna inanılan Balım Sultan, nasıl böyle bir erkânı insanlara öğretip uygulattı? Günümüze kadar devam eden bu uygulamalar yanlış ise, Çelebiler neden buna göz yumdular? Yanlış bir şeyi görmemezlikten gelmek de günah işlemek değil midir? Çelebiler, Balım Sultan’ı kendi atalarından olduğunu iddia etmektedirler. Bu durumda kendi atalarının düzenlediği yol şeriatin kurallarına zıt ise onları düzeltmemeleri bu günaha ortak olmaları demektir; bu da aklın kabul edilecek bir şey değildir. O zaman mürşidleri de yönlendiren Çelebiler, bu mücerred erkânına beş yüz seneden beri niçin karşı çıkmadılar ve ortadan kaldırmak için çaba göstermediler? (Rıfkı, 1327:31).
Ayrıca risâlenin yazarı, güyâ atalarımın dediği Hacı Bektaş Velî’nin gerçek vârisi gibi onun yerine irşad etme yetkisinin de kendisinde olduğunu ifade etmektedir. Bunların yerine evrâd, ezkâr, hırka ve taç gibi konuları içeren bir eser yazsaydı, daha yararlı olurdu. Çünkü savunmasını baştan sona kadar okudum; kişisel çıkarlarını takipten başka bir şey görmedim. Bunu çok fazla yadırgamıyorum. Özetle söylemek gerekirse yapmak istedikleri mütevellilik ile şeyhliği birleştirme çabasından ibaret kalıyor (Rıfkı, 1327: 32).
Mir’atü’l-Mekâsid’de gösterilen sülalenin Balım Sultan’a kadar olan kısmı şöyledir:
Hazret-i Pîr Hünkâr Hacı Bektaş Velî (ks)
Hızır Lâle Sultan ibn-i İdris
Resûl Bâlî Sultan ibn-i Hızır Lâle
Yusuf Bâlî Sultan ibn-i Resûl Bâlî
Mürsel Baba Sultan
Pîr-i Sânî-i Tarîkat Balım Sultan
Müdâfaa’da ise şu şekildedir:
Hazret-i Pîr Hünkâr Hacı Bektaş Velî (ks)
Seyyid Ali Sultan yahut Hızır Lâle yahut Timurtaş ibn-i Hacı Bektaş
Resûl Bâlî bin Seyyid Ali Sultan
Mürsel Bâlî bin Seyyid Ali Sultan
Balım Sultan bin Mürsel Bâlî
Bu iki soy cetveli birbirine pek zıttır. Seyyid Ali Sultan ile Hızır Lâle’nin karıştırılmasından kaynaklanan büyük bir hata vardır (Rıfkı, 1327:51-52).
Biz de: “Belden gelen evlada önem vermek yoktur, gerçek evlat yoldan gelen evlattır.” demiştik. Bu sözümüz Müdâfaa adlı eserin sahibini telaşlandırmış olacak ki konuyu içeren sayfalarda bizi yalancılıkla suçlamıştır (Rıfkı, 1327:90).
Tevhid sırrına vâkıf âriflerden olan Sarı Abdullah Efendi Hazretleri şöyle buyuruyorlar: “Şimdi, ey soyundan dolayı kendini üstün görüp böbürlenenler, fazilet fani dünyadaki soy ile değildir ki soyda bulasınız. Bu ancak ezelden verilmiş ve insan suretine bürünmüş ruha mahsustur.” Bu peygamberlerin miraslarıdır yani Yüce Peygamberimiz peygamberlik fazileti soy ile ilgili değildir, ezeli bir kemalin sonucudur. Eğer soy ile olsaydı, Nuh’un oğlu da Hakk’ın emrine uyar ve peygamber olurdu (Rıfkı, 1327:91). Bu nedenle soy bağı tek başına yeterli değildir. Nuh’un oğlunun kalbi, o Allah’ın nurundan nasipsizdi. Kur’an-ı Kerim’de: “İnnehu leyse min ehlike” yani “O senin ailen değildir.” buyuruldu. İshak, İsmail, Yahya, Şit ve Süleyman (as) hem zâhir hem de bâtın yönünden Peygamberin vârisi olup, nurlar üstü nur oldular. İsa (as)’ın zâhirde babası yokken, ruh üflenmesiyle dünyaya geldi ve kâinatın özü oldu. Nefesinden ölüler dirildi.
Melâmîlerin önde gelen kişilerinden olan Sarı Abdullah Efendi Hazretlerinin sözlerini şerh ederken şunları söylüyor: “İblis ise, adı geçen sırların cahili ve insanlığın hakikatinden gaflette olduğundan böbürlenerek ‘ene hayrun minhu’ ben ondan hayırlıyım” diyerek kibirlendiği için kovulmuş ve ilâhî rahmetten de mahrum kalmıştır (Rıfkı, 1327:95). Mesnevî “Goft-i Hak nî belki lâ ensâb şod” Hakk sübhane ve teâlâ buyurdu ey melun! ateşten yaratılmış olmak üstünlük değildir. Üstünlük, hayırlılık ateşten yaratılmış olmaktan değildir. Belki bu şüphenin giderilmesi ve mukayesenin kökten sökülüp ortadan kalkması için “felâ ensâbe beynehüm” yani artık onların aralarında bir soy bağı yoktur, ifadesi konu için kesin delil olmuştur. Çünkü benim görüşüme göre soy ve sopun önemi olmayıp belki “inne ekremekum indallahi etkâkum” yani “Hiç kuşkusuz, Allah katında en seçkininiz, sakınılması gereken şeylerden en çok sakınanınızdır.” manası gereğince Mesnevî’de konuyla ilgili şu söz vardır: “Zühd u takva fazl râ mihrâb şod” faziletçe üstünlük ancak, dünya zevklerinden geçmek, günahlardan sakınmak ile mümkündür.
Şimdi dinle: bir basit hikâyeden ibret alıp, ben şeyh oğluyum; müftü oğluyum, bey oğluyum, diye soyunla övünme. Allah’ın tecellisi olan zamanın kutbu ve kâmil insanı reddetme ve düşmanlık etme. Âyet gibi onun kalbine ilâhî feyz tecelli etmişken kıyas, fıkıh yoluna yönelerek bâtın ilminden uzaklaşarak iblis gibi hakikatleri görmezden gelerek ateş içinde olmayasın. Kibir ve gurur içinde olursan kime müntesip olursun. Senin ateşe olan yakınlığın hepsinin üzerinde olduğu için bir “külli şeyin yerciu ila aslihi” yani her şey aslına çeker sözünde olduğu gibi bunun sonucu ateş ile cezalandırılmak olup, cennet nimetlerinden mahrum kalırsın (Rıfkı, 1327:96). Çünkü soyun önemi, ruhânîyete ulaşmak için değil ancak fânî olan dünya mirasına kavuşmak içindir. “Kemâ kalallahu teâlâ fî sûretü’l-mü’minîn fe izâ nüfiha fi’s-suri fela ensabe beynehüm yevmeizin ve lâ yetesaelun”1 yani, sûra üfürüldüğünde, aralarında artık soy sop, şuna buna mensup olmalar söz konusu edilemez. Birbirlerini soruşturamazlar buyurulmaktadır. Sur sözü vav, sad harfleri yerleri farklı açılardan okunarak yorumlar da yapılabilir. Doğrusunu Allah bilir. Beyzavî’nin yorumuna göre bu âyetten anlaşılması gereken “Surun üflendiği zaman insanlar arasında soy farkı veya önceliği gözetilmeyecektir.” âyeti gereğince kıyamet günü her yeri dehşet kaplayınca halka acıma olmayacaktır. Dünyada olduğu gibi kimse soyu sopuyla övünemeyecek, herkes kendi derdine düşecektir. Kimse kimseye bir şey soramayacaktır. “Ve akbele ba’duhum alâ ba’dın yetesâelûn.” yani “Birbirlerine dönüp sorarlar.” âyet-i kerîmesindeki sözler arasında çelişki yoktur (Rıfkı, 1327:97). Üstünlük hesap günü hesabını verebilen cehennemden kurtulup cennete girendedir.
Hızır Bâlî evlatlarının Pîr’in dergâhındaki tarîkat yönünden konumlarını biz açıkça bilemiyoruz. Tarîkat kuralları yönünden bir babanın evladını kendi yerine bırakması ya da kendi çocuğunun mürşidi olması, uygulama bakımından reddedilmiştir. Bu usul açısından imkânsızdır. Hâlbuki ellerinde bulunan silsilenâmede, Çelebilerin hepsinin babadan oğula geçtiği görülmektedir. Tarîkat açısından bunun olmaması gerekir.
Böylelikle mürşid talebinde bulunan âşıklar, bir üstad bir mürşid ararken soya sopa bakılmamalı, kâmil birisi olup olmadığına bakılmalıdır. Hakk aşkıyla yanan kaynağı bul. Sonra onun nezaretinde yan yakıl. Üstada ulaşmayı istemek herkes için gereklidir. Ondan dolayıdır ki: “Yâ eyyuhallezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete.” yani “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Sizi O’na yaklaştıracak vesile arayın.” mealindeki âyet-i kerîmede geçen “vesile” sözünden kastedilen ârif ve kâmil bir mürşide ulaşmaktır. Şimdi dünyevî sıkıntılardan kurtulup, üç yüce mertebeye yükselmek için kâmil bir mürşitten, bir velîden talepte bulun ki Muhammedî velâyetin nuruna ulaşan, “evedna” mertebesinden “ka’be kavseyn” makamına seçilmişlerden olasın. Çünkü doğru yola girmeye çalışan kişi peygambere ya da Allah’ın halifesine, kâmil bir kişiye ulaşmadıkça da muradına eremez (Rıfkı, 1327:102).
Hızır Bâlî evlatlarının Pîr’in dergâhındaki tarîkat yönünden konumlarını biz açıkça bilemiyoruz. Tarîkat kuralları yönünden bir babanın evladını kendi yerine bırakması ya da kendi çocuğunun mürşidi olması, uygulama bakımından reddedilmiştir. Bu usul açısından imkânsızdır. Hâlbuki ellerinde bulunan silsile-nâmede, Çelebilerin hepsinin babadan oğula geçtiği görülmektedir.Tarîkat açısından bunun olmaması gerekir.
Allah’ın buyurduğu “Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen.” âyetinde “Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasından konuşur; yahut bir resul gönderir de kendi izniyle dilediğini vahyeder.” Buyurulmaktadır (Rıfkı, 1327:102). Peygamberlik, son peygamber ile tamamlanmıştır. Fakat Muhammedî velâyet kesintiye uğramaz ve devam eder. Kemâ kâle (as) “Lâ tezâlu tâifetun min ümmetî zâhirîne ale’l-hakki hatta ye’tiyellâhu bi emrih.” Onlar, İslâmın kâmil halifeleridir. Ve dahi “fes’elû ehle’z-zikri in kuntum lâ ta’lemûn.” yani “Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.” mealindeki âyet-i kerîmesi mürşid aramanız hakkındadır. Özellikle Hazret-i Musa (as) gibi kelimullah olan bir peygamber bile ledün ilmini edinmek için, bir mürşid bir bilge, bir yol gösteren kişiyi aradı ve Hızır (as) ile görüştü.
Eğer yalnızca soy sop ile ilâhî sırlara ulaşmak mümkün olsaydı “fe la ensâb beynehum” âyeti gelmezdi ve Hazret-i Nûh (as)’a oğlu Kenân için “innehu leyse min ehlike” yani “Muhakkak ki o, senin ailenden değildir.” şeklinde buyurulmazdı
Şimdi “İnne ekremekum indallahi etkâkum.” yani “Allah’ın indinde en şerefli olanınız, (ırk ya da soy olarak değil) en çok takva sahibi olanınızdır.” buyurulmaktadır.
Bu açıklamadan da anlaşılacağı gibi akrabalıkla ve soyla hidayete ulaşılamaz. Gerçi, seyyidlik hepimiz için baş tacıdır. Seyyidlere olan hürmetimiz ve sevgimiz fevkaladedir. Hazret-i Ali’nin evladını sevmek imanımızın delilidir. Çünkü peygamber ehli ve evladı hakkında birçok âyet ve hadisler vardır (Rıfkı, 1327:104). Gerçek iman, peygamber evladı olan seyyid ve şeriflere sevgi beslemekle olur. Fakat bahsedilen konular gerçekleşince başka bir şekil alır. Bel evladı yol evladına, yani manevî evlattan üstün görülemez ve tercih edilemez.
İşte irfan pınarı olan bir kâmil şeyhin ölümüyle şeyhlik hizmeti ehlîne bırakılmayıp, maddî mirasçısı olan evladına bırakılması tercih edildiğinden dolayı tekkeler bu değişimlerden pek fazla zarar görmüş oldular (Rıfkı, 1327:114). Kısa zamanda pek basit olan zikir usullerine bir takım ilaveler yapılmaya başlandı. Böylece dergâhların eski usulleri değiştirildi, esas amaçları unutuldu. İlimden fazla söylenen boş sözler, İslâmı irfan yerine uydurma sohbetler ve kelime-i tevhid zikrinin yerini de çeşitli iki yüzlü tavırlar aldı. Gerçi bizi bizden fazla düşünen büyük evliyalar arasında müceddid ikinci pîrler ortaya çıkarak tarîkatin düzeltilmeye ve yenilenmeye muhtaç yönlerini düzeltiyorsa da bazı dergâhları işgal eden yeteneksiz, ehliyetsiz kimseler, kesinlike hak yolundan gitmeyerek inat ve gaflet içinde olmaya devam etmektedirler. Özetle Tarîk-i Âlîye tekkelerindeki Tarîkat-i Âlîye’nin yöntem ve esaslarına göre tarîkata girenlerin arasında karışıklığa ve sorunların çıkmasına neden olan en önemli etken ise şeyhliğin babadan oğula geçmesidir. Bunun ne kadar büyük sorunlara yol açtığı bilinmektedir. Bunlara karşı çıkmak “Emaneti ehlîne veriniz.” mealindeki hadisine muhalefet etmektir.
Velâyetnâmelerden yola çıkarak edinilen bilgilerle, tarih kitaplarında yazılanlar sabit olduğu üzere, Hacı Bektaş Velî Hazretleri hiç evlenmemişlerdir. Bir velînin evlenmemiş olması onun velîliğine engel gibi gösterilerek Müdâfaa adlı eserde itirazda bulunulmaktadır. Hatta delil olarak belirttiği “Lâ ruhbâniyeti fi’d-dîn” hadis-i şerifinde ruhbanlık konusu yalnız evlenmemek ile ilgili olarak söylenmemiştir. “İslâmîyette rûhbaniyet yoktur.” demek, dinî konularda yol gösterecek tüm yetkiyi elinde tutan bir sınıf yoktur, demektir. Hıristiyanlıkta ruhban sınıfı da toplumun tüm dinî konularında ve ibâdetlerinde yetkili tek kurumdur. Mesela, bir papaz olmadan cenaze kalkmaz, ibadet edilemez; hasta ölemez; işte bütün bu meselelerde papazın orada bulunması şarttır (Rıfkı, 1327:119). Hâlbuki biz Müslümanlar, önümüzde bir kimse bulunsa da bulunmasa da içimizden istediğimiz bir kişiye uyarak veya yalnız başımıza ibâdetimizi yaparız.
6. Sonuç
Türk toplumunda sıklıkla kullanılan “Bir kez elif çeken oldu mu, nokta koyan çok olur” şeklinde bir atasözü vardır. Yeniçeri Ocağı 1826 yılında ortadan kaldırılmıştır. Yeniçerilerin Bektaşiliğe olan gönül bağları nedeniyle siyaseten bütün Bektaşi tekkeleri de kapatılmış, babalar yargılanmış, kimisi sürgüne gönderilmiş kimisi de idam edilmiştir. Belirli çevrelerin Bektaşiliğe önyargılı ve imha edici bakışlar artmıştır. Bunun sonucu olarak doğrudan veya dolaylı yıpratmak veya bazı çevrelere şirin gözükmek amacıyla asılsız ve insafsızca suçlama içerikli eserler yazılmıştır. Ahmet Rıfkı da Harputlu İshak Hoca ve Çelebi Ahmed Cemaleddin Efendi’nin ithamlarına cevap içerikli üç cilt eser yazarak cevap vermiştir. Bu yazımızda verdiği cevaplardan bir kısmı bulunmaktadır.
Kaynakça
Sözlü Kaynaklar
KK-1: Evin Doğu, 60, İ.Ü. Edebiyat Fak., Sosyoloji Bölümü, Basından emekli, 27 Ağustos 2018 – Kadıköy- İstanbul.
Yazılı Kaynaklar
Çelebi, Ahmed Cemâlledin (1328). Bektaşî Sırrı Nâm-ı Risâle’ye Müdâfaa,Dersaadet: Asr Matbaa ve Kütübhânesi.
Rıfkı, Ahmed. (1325). Bektaşî Sırrı. Dersâadet: Asr Kitâbhânesi, Cilt: 1.
Rıfkı, Ahmed. (1327). Bektaşî Sırrı, Müdâfaa’ya Mukâbele. Dersâadet: Asr Matbaası ve Kütübhânesi, Cilt: 4.
Rıfkı, Ahmed. (1328). Bektaşî Sırrı. Dersâadet: Asr Matbaası ve Kütübhânesi, Cilt: 2. Topçuoğlu, Hayriye (2001). “Bektaşî Ahmet Rıfkı, Hayatı ve Eserleri”. TürkKültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi 19.-20.
Varol, Muharrem. (2013). Islahat Siyaset Tarîkat Bektaşîliğin İlgası Sonrasında Osmanlı Devleti’nin Tarikat Politikaları (1826-1866). İstanbul:
Dergâh Yayınları.
